KOLERAYA DAİR
10 Temmuz 1908 Sırat-ı Müstakim
Transkript: Erol KÖMÜR
Aldığımız mektupların birinde deniyor;
“Bir zamanlar memlekete kolera gibi, veba gibi müstevli bir hastalık gelince fedakarlık yapılarak para ile hafızlar tutulur, ve memleketin etrafı devr ettirilirdi, bugün İstanbul’da, civar vilayetlerde koleradan epeyce telefat olduğu rivayet ediliyorken hiç öyle bir teşebbüste bulunmak kimsenin aklına gelmiyor. Sırat-ı Müstakim hükümete bu eski, fakat dindarane usulü ihya etmesini tavsiyede bulunsa büyük bir hayır işlemiş olacak…”
Evet, böyle bir eski usul vardı, lakin hiçbir vakit dindarane değildi! Hükümet-i sabıka mevkiini takhim için millete savlet eden felaketlerden bile istifade etmek isterdi, yoksa sari hastalıklara karşı nizamat-ı sıhhiyeyi tamamiyle tatbikten başka bir tedbir olamayacağını pekala bilirdi.
Yıldızda yüksek sesle tilavet edilen Buhariler hastalığı def etmek için değil, sah dal halkın hissiyat-ı diniyesini okşayarak huluskar bir padişaha ihlas-ı celp etmek için idi. Yoksa bir taraftan ta Rusya hududundaki koleranın gölgesinden ürkerek sarayında en sıkı tedabir-i tahfiziyeyi ifa ettiren; diğer taraftan Gülhanlar dolusu kitab-ı diniyeyi cayır cayır yaktıran adamın Buharilere, salavata ve selamlara zerre kadar ehemmiyet vermeyeceğini azıcık düşünenler pek kolay kestirebilirlerdi. İyice bilmeliyiz ki gerek münferit, gerek sari ne kadar hastalık varsa izalesi için tababetin tavsiye edeceği tahaffuzu, şifay-ı tedabirden başka yapılacak bir şey yoktur. Esasen bir köylünün bile yakınen bilmesi icap eden bu basit hakikat, bizi öteden beri pek çok aldattıkları için, hala olanca vuzuhuyla gözümüze çarpmıyor!
Şeriat-ı garray-ı İslamiyenin tababete ne büyük bir mevki verdiğini hepimiz biliyoruz da sonra iki üç riyakarın sözüyle yine o şeriata istinad ederek en celi hakikatlere karşı ağmaz-ı ayn ediyoruz.
Hazret-i Peygamber “Cenab-ı Hak hiçbir hastalık vermemiştir ki devasını da vermemiş olmasın. O halde o devayı aramalısınız” buyuruyor. Tababetten başka birşeyi olmayan ilm-i ebdanı ilm-i edyan kadar takdir buyuran peygamberden o devanın dua kitaplarında aranması lazım geleceği gibi bir işaret yahut bir tasrih ise asla vaki olmamıştır.
Ne hacet! Suret-i katiyede tahrim ettiği şarabı hazik bir tabibin sözü üzerine tahlil eden, tababeti alalade sanatlar derecesinde tutmak şöyle dursun, tahsil-i farz-ı kifayedir, diyen bir din-i semavi nasıl olur da etbanın vazifesine müdahale eder?
ÇOCUĞUN ZEKASINI TAKDİR HUSUSUNDA NAZAR-I İTİBARA ALINACAK CİHETLER
Ahziyet Kabiliyetinin derecesi: Hassaların şiddeti. Haricden gelen intibaları alması (idraklerin husulü). İlm-i harici, hassalar üzerine te’ettür yapmaktan bir an hali kalmaz. Bazı kimselerin müşahede kabiliyeti fazla olur. Tui veya iradi olarak haricden çok malumat toplarlar. Bunların ilm-i efkarı zengin, tasvirleri tam ve vazıhtır. Bazılarında ise bu kabiliyet dûndur. Bakarlar, görmezler; dinlerler, işitemezler, anlamazlar. Bunların efkarı ve tasviratı kemiyet itibariyle az, keyfiyet itibariyle müphem, müşevveş noksandır.
Hıfz Kabiliyeti: Hafıza demek, zeka demek değildir. Fakat, zengin bir muhayyile ve iyi bir muhakeme için, hafızanın saklandığı mevadd-ı ibtidaiyeye lüzum vardır.
Sultan II. Abdülhamid’in Eğitim Projeleri: Çoban Mektebi
Osmanlı Tarihinin en ilginç tarihi karakterlerinden Sultan II. Abdülhamid’in; dünyada siyasi dönüşümün en sert yaşandığı, uluslar arası krizlerin Osmanlı Devleti’nin sadece dış politikalarını değil iç meselelerini de doğrudan etkilediği bir dönemde pek çok krizle boğuşmanın ötesine geçerek Türk Tarihinin bekli de en büyük eğitim reformunu gerçekleştirmesi dikkat çekicidir.
Osmanlı Tarihinde görülmemiş şekilde topyekün eğitim seferberliği başlatılan bu dönemde kurulan okulların çeşitliliği, nitelikleri ve ülke sathına yaygınlaştırma gayretleri, yapılan çalışmaların bilinçli ve sistemli bir anlayışın ürünü olduklarının açık delilidir.
Bu dönem eğitim kurumları Tanzimat dönemi ve öncesindeki ıslahat hareketlerine bağlı olarak kurulan askeri eğitim kurumları açma politikasının ötesine geçmiştir. Açılan eğitim kurumları mülkiyeden, öğretmen okullarına, ziraat mekteplerinden, baytar mektebine, zanaat okullarından sanaayii nefiseye, orman mekteplerinden hukuk mektebine kadar geniş bir sivil yelpazeye hitap etmektedir. Askeri okulların ideadi ve rüştiyelerinin de Makedonya’dan Bağdat’a kadar ülke sathına bu dönemde yayılmıştır. Yüksek öğrenimi takviye edecek orta öğretim kurumlarının (ideadiler) ve bunlara öğrenci yetiştirecek rüştiyeler ile sıbyan mekteplerinin de kurulmaları ve yaygınlaşmaları Sultan Abdülhamid dönemine isabet etmektedir.
MEKTEPLERDE PROJEKSİYON
Edebiyat Mecmuası 1 Şubat 1919 Cild: 5
https://ocw.metu.edu.tr/pluginfile.php/3298/course/section/1171/MEKTEPLERDE%20PROJEKS%C4%B0YON.pdf
MEKTEPLERDE PROJEKSİYON
MEKTEPLERDE PROJEKSİYON Alât ve vesait-i tedrisiyenin mükemmeliyeti talebenin semii üzerinde ne kadar müessirdir. Muallimlere kıymetli muavenetleri dokunan bu gibi tertibat sayesinde, en büyük hüsn-ü niyetlere rağmen yeknesak olmakdan kurtulamayan can sıkıcı takrirler cazip ve münasip fasılalarla kesilir. Zat-ı melekesi alabildiğine inkişafa başlar. Mekteplere karşı her çocuğun kalbinde gizli duran nefretler muhabbete merbutiyete inkılab eder. Fenni tatbikat yapılamayan, ilmî terbiye esaslarına ehemmiyet verilmeyen zamanlarda, zavallı yavrular ne kadar bedbaht idiler. Eski nazari tedrisat, kuru gürültülerle geçen saatler, onların ruhları hatta ahlakları üzerinde derin tahribat izleri bırakır bu gayrı tabiiliklerin neticesinde gelen dimağı ..... adına cümle-i asabiyelerini bozar berbad ederdi. Bir çocuk ne kadar çalışmak emeliyle mektebe gelmiş olursa olsun. Anlaşılmaz dersler, tabii ifadelerden pek uzak usluplarla yazılmış sahifeler gözünün önünde kesafet peyda etdikçe müşkülatı iftiham etmek ümidleri, müstefid olmak emelleri, birer birer sukût eder. Zavallı yavru iradesi, arzusu hilafına rehavet, meskenet girdabına tutulurdu. Bir kere bu yılgınlık, gayr-ı şuurî tenbellik durumu
başladımı artık ne çocukdan hayr, ne de huy ve etvarında intizam kalırdı. Bu ruhî hastalığa mesab olanları mekteb cezaları, aile tehdidleri kurtarmak şöyle dursun; isyan, huysuzluk, titizlik, şaşkınlık gibi içtimai esas ile de ihtilatat yapmasına sebebiyet verdi. Eski terbiyenin bu berzahına yuvarlanmış bir zavallı bütün insanlıkdan çıkar sabah akşam evden mektebe, mektebden eve bitab kollarındaki kitaplarla birlikde yuvarlanır bir makine derekesine düşerdi:
TÜRKLERİN MENŞEİNE DAİR - Mütekaid Erkan-ı Harbiye Feriki Enver
Transkript: Erol KÖMÜR
Turanı ne Keyhüsrev, ne Dara, ne Büyük İskender, ne Romalılar ve ne de başka bir fatih fethedebilmiştir.
Türklerin en celi ve fıtri olan alamet-i farika-i milliyesi cengaverliktir. Hususuyla ezmine-i kadimede bu haslet-i kavmiye daha kati bir surette mütecelli idi. Beşeriyeti terkip eden ve beyaz, sarı ve kara sıfatlarıyla yekdiğerinden tefrik olunan üç ırk-ı asliden ırk-ı ebyazın en büyük ve en kadim bir şubesi ve ulusu Türkler olduğuna hiç şüphe yoktur ve Türklüğü diğer şubelerden tefrik eden başlıca nişane cengaverliktir. Biz ırk-ı ebyaza mensup olan şubatı ancak mehd-i beşeriyet olan Asya kıtasında yekdiğeriyle mukayese edebiliriz. Çünkü bilahere Asya akvam-ı muhtelifesi birbiriyle az veya çok tasallub eyleyerek Avrupa sekine-i haziresini vücuda getirmiştir.
Burada ırkı asgara mensup olan ve Türkler ile ırken hiçbir münasebeti olmayan Çinlilerden bahs bile etmeksizin ırk-ı ebyazın şubat-ı muhtelifesini başlıca dört kola ve ulusa tefrik edebiliriz ki bunlar da: Türkler, Araplar, Acemler ve Hindlilerdir. Tasfif ül-sine dahi bu suretle taksim-i insali teyid eder. Halbuki Araplar vatan-ı aslileri cihetiyle Türklerden uzak düşmüş oldukları için şubatın mukayesesinde yalnız Türkler ile Acemleri ve Hindlileri kale almak icab eder ki buda lisan cihetiyle değil, belki ahlak-ı milliye nokta-i nazarından mümkün olabilir, Çünkü bade izah olunacağı üzere lisan meselesi teşhis-i milliyette bir delil-i kati olamaz.
KOLERAYA KARŞI Dr. Galip Ata (Ataç)
İstanbul-14 Ekim 1910
Transkript: Erol KÖMÜR
İstanbul - 2010
Koleraya karşı tedabir evvela “MİLLİ” olur. Memleket hastalığın mütevellit olduğu diğer memleketlere karşı karantinalar tertip eder, hastalığın sirayetine mani olamağa çalışır. Maatteessüf şimdiye kadar herkesin anladığı netayic ile sabittir ki bütün bu tedabir koleranın nihayet sirayet etmenise mani olamaz. Karantinalar ancak hastalığın vürudunu tehir edebelir.
Koleradan ve bütün emraz-ı müstevliden tevekki için en iyi, en fenni tarih şüphesiz tedabir-i belediyedir, yani şehirlerin hıfsızsıhha kavaidine muvafık olarak muhafaza edilmesindedir. Hıfsızsıhha kavaidine muvafık olarak muhafaza edilmesindedir. Hıfsızsıhhaya riayet eden temiz olan bir belde bimuhaba kapılarını her hastalığa karşı açık bırakabilir, çünkü hastalık vuku-u haber alınabilen hanelerin önüne bir kordon koymakla, ahaliye birkaç nasihat vermekle hastalığın önünü almak mümkündür. Vakıa bu tedabirde heyet-i mecmuası itibariyle haiz-i kıymet olabilir, belki hastaların adedini tenkıs eder. Fakat koleraya karşı kati bir tedbir değildir.
Koleraya ve onunla beraber kaffe-i emraz-ı müstevliyeye karşı bir şehrin muhfazası her şeyden evvel sularının temizliğiyle, lağımlarının intizamıyla olur. Bunları birkaç gün, hatta birkaç ay içerisinde temin etmek mümkün olmayacağı gibi bunlar temin edilmemiş olan bir beldede tedabir-i sairenin hepsi ehemmiyetsiz kalır.
Bir şehir hastalığa karşı evvelden müdafaa edilmemiş bulunursa yegane çare olarak herkesin, her ailenin kendi başına kolera ile mücadelesi, her şahsın kendisini koruması kalır. Şurası şayan-ı teşekkürdür ki bu tedabir-i şahsiyede ekseriya pek büyük faideler verir.